Muris muvazaasında; muris (miras bırakan), bazı mirasçıları mirastan mahrum bırakmak amacıyla taşınmazlarını veya diğer malvarlıklarını karşılıksız olarak (örneğin bağış yoluyla) bir kişiye devretmek ister. Ancak karşılıksız bir kazandırma açıkça yapıldığında, diğer mirasçılar tarafından tenkis davası ya da iptal davası açılarak bu tasarruflar geçersiz kılınabilir. İşte bu tür yasal denetimlerden kaçınmak amacıyla muris, kazandırmayı gerçekte bağış olmasına rağmen görünüşte satışmış gibi yapar.
Yani muris, örneğin bir taşınmazını aslında hiçbir bedel almadan bir çocuğuna ya da üçüncü kişiye verirken, tapu kayıtlarına bu işlemi satış işlemi gibi yansıtır. Bu durum, işlemde gösterilen satışın aslında gerçek olmadığını, gerçekte bu satışın miras hakkını bertaraf etmek amacıyla yapılan bir muvazaa olduğunu gösterir.
İnançlı işlem, görünüşte geçerli ve sıradan bir hukuki işlem gibi duran; fakat taraflar arasında bu işlemin nasıl ve hangi amaçla gerçekleştirileceğine dair, asıl iradeyi yansıtan bir gizli anlaşmaya (inanç sözleşmesine) dayanan özel bir hukuki ilişkidir. İnançlı işlemde genellikle malvarlığı devri, belirli bir güven ilişkisine dayanarak yapılır; ancak devri gerçekleştiren kişi, bu malın inançlı olarak verildiğini ve bir süre sonra ya da belirli bir koşul gerçekleştiğinde iade edilmesi gerektiğini kabul ettirir. Yani bu işlem, güvene dayalı bir vekâlet veya emanet ilişkisi gibidir, fakat tapuda satış, devir ya da başka bir hukuki işlem görünümünde yapılır.
Somut olayımızda olduğu gibi mirasçılar murisin ölümünden sonra, bu taşınmazı inançlı olarak devralan kişiden malı iade etmesini talep ettiğinde, eğer karşı taraf bu talebi reddederse, mirasçılar inançlı işlem nedeniyle tapu iptali ve tescil davası açabilir. Ancak murisin inançlı olarak devrettiği kişinin de ölmüş olması sebebiyle bu halde mirasçılarına karşı dava açılır.
Ancak bu tür davalarda ispat yükü son derece ağırdır. Çünkü tapuda yapılan işlemin dışında, yani görünürdeki işlemden farklı bir irade bulunduğu iddia edilmektedir. Bu nedenle mahkemeler; yazılı delil, tanık beyanı, tarafların davranışları, hayatın olağan akışı gibi birçok unsuru değerlendirerek inançlı işlemin varlığını araştırır. Özellikle inançlı işlemin yazılı bir sözleşmeye dayanmaması hâlinde, HMK m. 200 uyarınca delil başlangıcı niteliğindeki belgeler veya taraflar arasında güven ilişkisini ortaya koyan olaylar çok önem kazanır.
Sonuç olarak, inançlı işlem, miras bırakanın malını gerçek bir devretme iradesiyle değil, belirli bir amaçla ve geçici olarak devrettiği; fakat tapuda bu gerçek amacın gizlenip farklı bir hukuki işlem gibi gösterildiği durumları ifade eder. Bu tür işlemlerde mirasçılar, işlemin gerçeğe aykırı yapıldığını ve asıl amacın farklı olduğunu ispatlayarak tapu iptali ve tescil talebinde bulunabilirler. Aşağıda bu konuya ilişkin örnek Yargıtay kararları mevcuttur. Somut olayımıza en yakın olanları seçtiğim bu kararlar neticesinde önerim şudur;
- Öncelikle önemle belirtmek isterim ki; inançlı işlemler bakımından TBK’nun 146.maddesinde düzenlenen on yıllık zamanaşımı geçerlidir. Somut olayda zamanaşımı tespiti yapılmalıdır. (Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesi 19 Kasım 2024 tarih, E. 2023/4704 K. 2024/5070 “…İnanç sözleşmesinden doğan davalar için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden Borçlar Kanununun 125. maddesi hükmü gereğince inanç sözleşmesinden kaynaklanan davalarda zamanaşımı süresi on yıl olarak kabul edilmektedir…”)
- Ardından Söz konusu müvekkiller aydınlatılarak; delil başlangıcı kabul edilebilecek ölen muris babanın adını taşıyan ödeme dekontları vb. belgelerin bulunması gerekmektedir.
- İddiamızı kuvvetlendirmek adına taşınmazı, müvekkilin babasına satan satıcının mahkeme tanık olarak dinletilmesi gerekirse yemin etmesi yönünde ikna edilmesi gerekmektedir.
- Aynı zamanda olaya şahit akraba, aile dostu, vb kuvvetli tanık olabilecek kişilerin tanık olarak tespiti gerekmekte gerekirse bu kişiler için de yemin deliline dayanılması gerekmektedir.
- Babannenin maddi durum sorgusu banka kayıt vb. kayıtlarının incelenmesi ve bu neticede evi almak için yeterli maddi imkanının bulunmadığının tespiti mümkün olabilir.(Zayıf bir delil yargıtay bir kararında sadece bu şekilde davanın ispat edilmesini delil bakımından yeterli bulmamış.)
- Aynı şekilde isticvap da talep edilebilir. (Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi 4 Ekim 2022 Tarih, E. 2022/6060, K. 2022/6405 “…Bilindiği üzere TMK’nın 6. ve 6100 Sayılı HMK’nın 190. maddeleri gereğince herkes iddiasını ispat ile mükelleftir. Davalılar, miras bırakanları tarafından taşınmazın teminat gösterilmek suretiyleçekilen krediler ve hatta taşınmaz teminat gösterilmeksizin aynı bankadan ve başka bankalardan kullanılan kredilerin inançlı işlem kapsamında çekildiğini iddia ettiğine göre, bu kredilerin inançlı işlem çerçevesinde kullanıldığını ve bedellerinin davacıya teslim edildiğini ispat yükü davalı taraftadır. Davalıların iddialarını ispatlaması halinde ise, davacı kendisine ödenen bedeli bankaya ödediğini ispatla mükelleftir. Öte yandan, davacı dava dilekçesinde taşınmaz teminat gösterilmek suretiyle toplamda 30.000,00 TL kredinin kendisi için çekildiğini kabul etmiş, dava dilekçesinin devamında ise arada ufak tefek bazı kredilerin de kendisi için çekildiği beyanında bulunmuştur. Bu nedenle, davacının isticvap edilmek suretiyle kabullendiği kredilerin hangi kredilerden oluştuğunun somutlaştırılması gerekir…”)
İLGİLİ YARGITAY KARARLARI:
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi Esas: 2016/ 2759 Karar: 2018 / 6267 Karar Tarihi: 02.10.2018 sayılı ilamında;
“İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir. İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır. İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolayı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. İnanç sözleşmesi, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak, yazılı delil ile kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir. Yazılı delille veya yazılı delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar, yemin gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır. Davacının yemin deliline dayanması halinde mahkemenin davacıya bu hakkını hatırlatması gerekir. Somut olayda; davacı dava dilekçesinde diğer delillerin yanında yemin deliline de dayandığından davacıya yemin teklif etme hakkı hatırlatılıp, yemin verdirilmesi halinde 6100 sayılı HMK’nın 225. vd maddeleri uyarınca yemin yaptırıldıktan sonra oluşacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken eksik soruşturma ile karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA,” |
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2015/12369 Esas 2015/11631 Karar Sayılı İlamı“İçtihat Metni” “Dava, davacı baba ile davalı oğul arasında yapıldığı iddia olunan inanç sözleşmesi çerçevesinde, parası davacı tarafından karşılanan ve 14.08.2008 tarihinde davalı adına satın alınan ve halen davalı adına kayıtlı bulunan Serinhisar İlçesi, Karacaören mevkiindeki 101 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline yönelik olup, davacı birleştirilen dava ile tazminat talebinde bulunmuştur. Mahkeme, asıl davanın ve birleştirilen davanın reddine karar vermiştir. Yerel mahkeme gerekçesinde: Davanın inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal ve tescil olduğunu; 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca inanç sözleşmesinin, ancak yazılı delille kanıtlanabileceğini, davacının davayı yazılı bir belge ile ispatlayamadığını, bu nedenle davanın reddine karar verildiğini belirtmiştir. Hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir. Bu konuyla ilgili Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2013/11-376 Esas, 2014/49 Karar sayılı ve 29.01.2014 tarihli kararının gerekçe bölümünde; “Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, inanç sözleşmeleri kaynağını mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumda, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığına değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur. İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İnançları Birleştirme kararının sonuç bölümü uyarınca; inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığına hükmedilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002 E. 1990/315 K.; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325 E. 1990/492 K.; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395 E. 2005/421 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/14-677 E. 2005/774 K.; 01.07.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiş olup, bu kararlar, iyiniyet ve hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukumuzun temeli olmasının bir sonucudur. İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir. İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir. Buna göre, inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)”nun 6. maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır. İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18. maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından almakta olup, sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisi kural olarak ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin (mülga 1086 sayılı HUMK m. 337), ikrar ve kabul tarafı bağlayıcı kabul edilmiş, davanın (iddianın) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır. Ancak, uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla (mülga 1086 sayılı HUMK.m.292), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir (Hukuk Genel Kurulu’nun 01.07.2009 gün ve 2009/13-222 E. 2009/299 K.; 14.07.2010 gün ve 2010/14-394 E. 2010/395 K. ile 15.04.2011 gün ve 2011/13-14 E. 2011/189 K. sayılı kararları). Buna göre, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek, karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı halinde; yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa, mülga 1086 sayılı HUMK”nın 292. maddesi uyarınca inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir.” açıklamalarına yer verilmiştir. Hukuk Genel Kurulu kararına göre, 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca inanç ilişkisi kural olarak, ancak yazılı delille kanıtlanabilir, bununla birlikte uygulamada, yazılı şeklin kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle, ispat vasıtası olarak yemin, ikrar ve kabulün de tarafları bağlayacağı kabul edilmiştir. Bilindiği gibi, 12.01.2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun; 1- “İspat hakkı” kenar başlıklı 189. maddesinin üçüncü fıkrasında, “(3) Kanunun belirli delillerle ispatını emrettiği hususlar, başka delillerle ispat olunamaz.”, 2- “Kanunda düzenlenmemiş deliller” kenar başlıklı 192. maddesinde, “(1) Kanunun belirli bir delille ispat zorunluluğunu öngörmediği hâllerde, Kanunda düzenlenmemiş olan diğer delillere de başvurulabilir.”, 3- “Senetle ispat zorunluluğu” kenar başlıklı 200. maddesinde, “(1) Bir hakkın doğumu, düşürülmesi, devri, değiştirilmesi, yenilenmesi, ertelenmesi, ikrarı ve itfası amacıyla yapılan hukuki işlemlerin, yapıldıkları zamanki miktar veya değerleri ikibinbeşyüz Türk Lirasını geçtiği takdirde senetle ispat olunması gerekir. Bu hukuki işlemlerin miktar veya değeri ödeme veya borçtan kurtarma gibi bir nedenle ikibinbeşyüz Türk Lirasından aşağı düşse bile senetsiz ispat olunamaz. (2) Bu madde uyarınca senetle ispatı gereken hususlarda birinci fıkradaki düzenleme hatırlatılarak karşı tarafın açık muvafakati hâlinde tanık dinlenebilir.”, 4- “Senede karşı tanıkla ispat yasağı” kenar başlıklı 201. maddesinde, “(1) Senede bağlı her çeşit iddiaya karşı ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler ikibinbeşyüz Türk Lirasından az bir miktara ait olsa bile tanıkla ispat olunamaz.”, 5- “Delil başlangıcı” kenar başlıklı 202. maddesinde, “(1) Senetle ispat zorunluluğu bulunan hâllerde delil başlangıcı bulunursa tanık dinlenebilir. (2) Delil başlangıcı, iddia konusu hukuki işlemin tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte, söz konusu hukuki işlemi muhtemel gösteren ve kendisine karşı ileri sürülen kimse veya temsilcisi tarafından verilmiş veya gönderilmiş belgedir.”, 6- “Senetle ispat zorunluluğunun istisnaları” kenar başlıklı 203. maddesinin birinci fıkrasının “a” bendinde “(1) Aşağıdaki hâllerde tanık dinlenebilir: a) Altsoy ve üstsoy, kardeşler, eşler, kayınbaba, kaynana ile gelin ve damat arasındaki işlemler.”, Hükümlerine yer verilmiştir. Kanunlarımızda, gerek inançlı işlemi gerekse inanç sözleşmesini doğrudan düzenleyen bir hüküm bulunmamaktadır. İnanç sözleşmesinden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümünde dayanak yapılan 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, inançlı işlemin ispatı için yazılı delil aranmış olup, inançlı işlemin geçerliliği için şekil şartı aranmamıştır. 6100 sayılı Kanunun 189. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca, bir hususun belirli delillerle ispatını ancak kanun emredebilir. Bu hüküm uyarınca, içtihadı birleştirme kararı ile dahi bir hususun belirli bir delille ispatı şart koşulamaz, yargılama ispat konusundaki kanun hükümlerine göre yapılmalıdır. Öte yandan, uyuşmazlığın çözümünde dayanak yapılan İçtihadı Birleştirme Kararı, konusuyla sınırlı, gerekçesiyle açıklayıcı ve sonuçlarıyla görülmekte olan benzer davalar için bağlayıcıdır. 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına konu inançlı işlem, 6100 sayılı Kanunun 203. maddesinin birinci fıkrasının “a” bendinde sayılan altsoy, üstsoy, kardeşler, eşler, kayınbaba, kaynana ile gelin ve damat arasındaki işlemlerden olmadığına göre, ispat şekli için aranan yazılı delil bu dava için bağlayıcı olamayacaktır.Yerel mahkeme kararıyla, İçtihadı Birleştirme Kararına yanlış anlam verilmek suretiyle, inançlı işlemin ispatında aranan yazılı delilin geçerlilik koşulu gibi değerlendirildiği, ispat hukukuna ilişkin hükümlerin ise nazara alınmadığı ve yazılı belge bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddedildiği anlaşılmıştır. Davaya konu inançlı işlemin, altsoy – üstsoy olan baba oğul arasında yapıldığı iddia olunduğuna göre, davanın ispat hukukuna ilişkin genel hükümler çerçevesinde ve özellikle 6100 sayılı Kanunun senetle ispatın istisnasını düzenleyen 203. maddesi nazara alınarak çözülmesi gerekir. Açıklanan gerekçelerle, yerel mahkemenin hukuka aykırı kararı bozulması gerekirken, onanmasına yönelik Sayın çoğunluğa katılamıyoruz.” |
Yargıtay 14.Hukuk Dairesi Tarih: 19.12.2018 Esas: 2016/10116 Karar: 2018/9215 sayılı ilamında;
Davacı tarafından, davalı aleyhine 03.04.2015 gününde verilen dilekçe ile inançlı işlemden kaynaklı tapu iptali ve tescil veya tazminat, itirazın iptali talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın usulden reddine dair verilen 09.12.2015 günlü hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü: K A R A R Dava, inançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescil veya tazminat ve icra takibine itirazın iptali istemine ilişkindir. Davacı 16/07/1996 tarihinde … Başkanlığı ile imzaladığı sözleşme ile davalı kızı adına daire satın alıp onun adına tescil ettirdiğini, daha sonra ihtiyacı olduğundan daireyi satmasını talep ettiğini ancak davalının yanaşmadığını, bunun üzerine daire için ödediği 74.820,22TL’nin tahsili amacıyla … … İcra Müdürlüğünün … esas sayılı dosyasıyla icra takibi başlattığını, davalının takibe itiraz ederek durdurduğunu, … İli … İlçesi 208 ada 9 parsel BO … Kat … No:…’te davalı adına olan tapunun iptali ile adına tesciline aksi takdirde tarafınca ödenen 74.820,22TL’nin davalıdan tahsilini ve bu alacak nedeni ile … 2. İcra Müdürlüğünün 2015/2927 Esas sayılı dosyasına yapılan itirazın kaldırılarak takibin devamını, %20’den aşağı olmamak üzere icra inkar tazminatına hükmedilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, dava konusu taşınmazın müvekkili adına tescilli olduğunu, taşınmaza ait taksit ve geri ödemeleri davacının babasına ödediğini, davacının alacak isteminin zamanaşımına uğradığını, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece davacının tapu iptali ve tescil talebinin hukuki yarar yokluğundan reddine, itirazın iptali talebinin takibe konu alacağının zamanaşımına uğraması nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiştir. Hükmü davacı temyiz etmiştir. İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir. İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır. İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. İnanç sözleşmesi, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, taraflar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) “delil başlangıcı” niteliğinde bir belge varsa 6100 sayılı HMK’nın 202.maddesi uyarınca inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir. Yazılı delil veya “delil başlangıcı” yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m.188) yemin (HMK m.225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır. Davacının yemin deliline dayanması halinde hakimin davacıya bu hakkını hatırlatması gerekir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 09.12.2015 tarihli, 2014/14-516 E. 2015/2838 K. sayılı kararı da bu doğrultudadır.) Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; davacı, kızının malik olduğu dava konusu taşınmazı ileride kendisine devredilmesi amacıyla bedelini ödeyerek satın aldığını, davalının ise bu hususu bilmesine rağmen tapuyu devretmeye yanaşmadığını ileri sürerek inançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescil isteminde bulunmuş; ancak inançlı işlemin varlığını kanıtlayacak nitelikte bir yazılı belge ya da yazılı delil başlangıcı ibraz edemediği gibi dava dilekçesinde açıkça yemin deliline de dayanmadığından inançlı işlem iddiasını ispatlayamamıştır. Bu durumda mahkemece, ispatlanamayan davanın esastan reddine karar verilmesi gerekirken hukuki yarar yokluğundan reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir. Davacının ikinci kademedeki alacak istemi yönünden ise; gerçekten, Borçlar Kanunu’nun 128. maddesi uyarınca zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar. Bu süre, mahkemece kabul edildiğinin aksine sözleşmenin yapıldığı tarih değil, alacağın muaccel hale geldiği tarihtir. Şahsi hak sahibi davacı, karşı tarafın ferağ talebinin reddini bildirmediği, başka bir deyişle ferağ umudunu taşıdığı sürece zamanaşımı işlemeye başlamaz. Davacı ifa olanağından umudunu davanın açıldığı tarihte yitirmiş olacağından zamanaşımının geçirildiğinin kabulüne olanak yoktur. Bu durumda mahkemece davacının alacak istemine yönelik çekişmenin esası hakkında tarafların göstermiş oldukları deliller toplanıp, davacı tarafından sunulan daire ödemesine ilişkin makbuz bedelleri bilirkişiye hesaplattırılıp, sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, davanın zamanaşımı nedeniyle reddi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda yazılı nedenlerle davacının temyiz isteminin kabulü ile hükmün BOZULMASINA, |
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2023/3245 E., 2025/2017 K. sayılı ilamında;
“İçtihat Metni” Bilindiği gibi; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, tarafların hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işleme genellikle teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin değinilen bu özellikleri nedeniyle taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır. İnanç sözleşmeleri tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. Anılan sözleşmelerde taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini, devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK’nın 26. ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır. Uygulamada mesele, 05.02.1947 tarihli, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan belgenin sözleşmeye taraf olanların veya inanılanın imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz. Anılan 05.02.1947 tarihli, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur. Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği, şayet delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir. Diğer taraftan; TMK’nın 1023. maddesinde; “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur.”, 1024/1. maddesinde; “ Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz.” 1024/2. maddesinde; “Bağlayıcı olmayan bir hukukî işleme dayanan veya hukukî sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur.” 1024/3. maddesinde; “Böyle bir tescil yüzünden ayni hakkı zedelenen kimse, tescilin yolsuz olduğunu iyi niyetli olmayan üçüncü kişilere karşı doğrudan doğruya ileri sürebilir.” düzenlemelerine yer verilmiştir. 14.02.1951 tarihli ve 1949/17 Esas, 1951/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç kısmında belirtildiği üzere, “vakıa ve karinelerden, olayda kanunen iyiniyet iddiasında bulunamayacağı belirlenmiş olan kimsenin kötüniyetinin, diğer tarafa ispat ettirilmesine artık sebep ve vecih kalmayacağına ve dava hakkının doğumunu sağlayan veya bertaraf eden iyiniyetin ve kötüniyetin bu durumda mahkemece re’sen nazara alınabileceğine” karar verilmiştir. Öte yandan; hangi yargılama usulü uygulanırsa uygulansın tarafların yargılamada sözlü olarak görüş ve değerlendirmelerini ifade etmeleri özel bir önem taşımaktadır. Yazılı yargılama usulünde de tarafların hükümden önce son kez mahkeme huzurunda sözlü değerlendirme yapıp açıklamada bulunmaları, doğru bir karar verilmesi bakımından önemlidir. Bu ilkeler, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 184. ve 186. maddelerinde yapılan düzenlemelerle hüküm altına alınmıştır. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 184. maddesinde açıkça; Hâkimin, tarafların iddia ve savunmalarıyla toplanan delilleri inceledikten sonra, duruşmada hazır bulunan taraflara tahkikatın tümü hakkında açıklama yapabilmeleri için söz vereceği, mahkemenin tarafların tahkikatın tümü hakkındaki açıklamalarından sonra, tahkikatı gerektiren bir husus kalmadığını görürse, tahkikatın bittiğini taraflara tefhim edeceği, yine aynı Kanun’un 186. maddesi hükmü ile de mahkemenin tahkikatın bitiminden sonra sözlü yargılama ve hüküm için tayin olacak gün ve saatte mahkemede hazır bulunmalarını sağlamak amacıyla iki tarafı davet edeceği, taraflara çıkartılacak davetiyede, belirlenen gün ve saatte mahkeme de hazır bulunmadıkları takdirde yokluklarında hüküm verileceği hususunu bildireceği, mahkemenin sözlü yargılamada tarafların son sözlerini sorarak hükmünü vereceği düzenlenmiş olup anılan düzenlemeler emredici niteliktedir. Somut olayda, sözlü yargılamaya ilişkin yukarıda açıklanan ilkeler dikkate alınmadan sonuca gidilmiştir. Şöyle ki; davacı vekilinin 14.07.2021 tarihli duruşmaya yeni duruşma gününün tayin edilmesi istekli mazeret dilekçesi gönderdiği, Mahkemece mazeret dilekçesinin kabulüne karar verilmesine rağmen, davacı yanın yokluğunda ve sözlü yargılama için ayrı bir gün belirlenmeksizin karar verildiği görülmektedir. Hal böyle olunca; dava konusu taşınmazın ilk tesisinden itibaren tedavüllü tapu kayıtlarının (tapu kütük sayfaları, akitler, hüküm, ifraz vs. evrakları) ve Gaziosmanpaşa CBS 2004/21219 soruşturma nolu dosyası ile Gaziosmanpaşa 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/295 Esas sayılı dosyasının dosya arasına alınması, inançlı işlem iddiası yönünden yukarıda belirtilen ilkeler kapsamında değerlendirme yapılması, HMK’nın 184. maddesi hükmü gereğince, tahkikatın tümü hakkında açıklama yapabilmeleri için taraflara söz verilip tahkikatın bittiği tefhim edildikten sonra, taraflara sözlü yargılama için duruşmanın başka bir güne bırakılmasını isteyip istemediklerinin sorulması, talep halinde başka bir gün tayin edilmesi ve taraflara meşruhatlı davetiye gönderilmesi, başka bir duruşma gününü istememeleri halinde sözlü yargılama aşamasına geçilerek aynı Kanun’un 186. maddesi gereğince taraflara sözlü yargılama yoluyla beyanda bulunma hakkı verilerek hüküm tesis edilmesi gerekirken değinilen hususlar göz ardı edilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir. İlk Derece Mahkemesi kararının BOZULMASINA, |
TAŞINMAZLARA İLİŞKİN İNANÇLI İŞLEMİN İSPATI :
Görünürdeki sözleşmenin aslında inanç anlaşması niteliğinde olduğu yazılı delil veya yazılı delil başlangıcı ve onu tamamlayan belgelerle ispatlanabilecektir. İspat kuralı” (HMK m. 201; HUMK m. 290) geçerlidir. Görünürdeki sözleşmenin aslında inanç anlaşması niteliğinde olduğu yazılı delil veya yazılı delil başlangıcı ve onu tamamlayan belgelerle ispatlanabilecektir. (Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, 10 Kasım 2022 tarih, E. 2022/3975 K. 2022/7405:“…Uygulamada mesele, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların veya inanılanın imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.05.02.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur. Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir…”)
İnananın inanç ilişkisi sona erdiğinde inanç konusunun iadesini talep etme hakkı, ayni değil, şahsi bir hak olduğundan, inanılanın inanç konusunu iade etmekten kaçındığı durumlarda, inanan inanılana karşı istihkak davası açamaz. O halde örneğin inanç konusu bir taşınmaz olup da tapu sicilinde maliki halen inanılansa, inananın iade için açacağı dava tescile zorlama davası (MK m. 716) olmalıdır. Ancak Yargıtay bu tür durumlarda açılan yolsuz tescilin düzeltilmesi davasını (MK m. 1025) da kabul etmektedir. İnananın inanç sözleşmesinden doğan talepleri, onun ancak inanılana karşı ileri sürebileceği şahsi talepler olduğundan, inanç anlaşması ile inanılanın inanç konusu üzerindeki yetkilerine getirilen sınırlama onun inanç konusunu devrettiği üçüncü kişilere karşı ileri sürülemez. İnanç konusunu üçüncü kişiye devreden veya inanç konusu üzerinde sınırlı ayni hak tesis eden inanılan karşısında, inananın inanılana karşı başvurabileceği hukuki yol inanç anlaşmasının hükümlerine aykırı davranan inanandan BK m. 96 uyarınca tazminat talep etmektir. Konusunu devralan üçüncü kişi, inanç konusunu devredenin inançlı malik olduğunu bilse, yani kötüniyetli olsa dahi, inanan üçüncü kişiye karşı istihkak davası açamaz. Ancak inanç konusu eşya veya hakkı devralan üçüncü kişi inanana zarar verme kastı ile hareket etmişse, inanan kötüniyetli üçüncü kişiye karşı da BK m. 41 f. 2’ye dayalı olarak tazminat davası açabilir.
Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dahil her türlü delil ile kanıtlanabileceği kabul edilmiştir. İnanç sözleşmesinden kaynaklı istemde bulunan tarafta herhangi bir yazılı sözleşme bulunmamakla birlikte taraflar arasında yapılan her türlü yazışmalar, elektronik postalar gibi belgelerin varlığı halinde söz konusu belgeler delil başlangıcı sayılmakta ve iddia her türlü delil ile ispatlanacak bir nitelik almaktadır. İspat yükü kendisinde olan tarafta herhangi bir belge de bulunmaması halinde son çare olarak ikrar, yemin deliline başvurulacaktır. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.12.2005 tarihli ve 2005/14-677 E., 2005/774 K.; 14.11.2019 tarihli ve 2017/1- 1254 E., 2019/1197 K.; 18.02.2020 tarihli ve 2018/14-1065 E., 2020/180 K. ve 14.06.2022 tarihli ve 2019/14-799 E., 2022/911 K. sayılı kararları). Delil başlangıcı, 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 292. maddesinde “Senetle ispatı lazımgelen hususlarda tahriri bir mukaddimei beyyine mevcut olursa şahit istimaı caizdir. Mukaddimei beyyine müddeabihin tamamen sübutuna kafi olmamakla beraber bunun vukuuna delalet eden ve aleyhine ibraz edilmiş olan taraf canibinden verilen evrak ve vesaiktir” şeklinde hükme bağlanmış iken 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 202. maddesinde “(1) Senetle ispat zorunluluğu bulunan hâllerde delil başlangıcı bulunursa tanık dinlenebilir. (2) Delil başlangıcı, iddia konusu hukuki işlemin tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte, söz konusu hukuki işlemi muhtemel gösteren ve kendisine karşı ileri sürülen kimse veya temsilcisi tarafından verilmiş veya gönderilmiş belgedir.” şeklinde düzenlenmiştir. 35. Yazılı delil veya delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m1. 88) yemin (HMK m. 225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi mümkündür…” )
İnançlı işlemlere ait yazılı delilin düzenleme tarihinin temlik öncesi mi temlik sonrası mı olacağı noktasında hem doktrinde hem de yargı kararlarında bir görüş birliği bulunmamaktadır. Yargıtay tarafından verilen bazı kararlarda söz konusu sözleşmenin en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gerektiği,aksinin kabulünün içtihadı birleştirme kararı kapsamını genişlettiği ve tapu dışı satışlara yol açacağı anlamı taşıyacağı belirtilmiştir. (Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, 24 Haziran 2008 tarih, E. 2008/3526 K. 2008/7910 “İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz…”)
Yargıtay tarafından verilen sözleşme düzenleme tarihinin temlik öncesi veyahut temlik sonrası olmasının bir önem arz etmediği, içtihadı birleştirme kararında belgenin yazılı olmasından başka bir şart aranmadığı, inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce ya da sonra olmasının bir etkisinin bulunmadığı, tarafların gerçek iradesini yansıtan belgelerin varlığı halinde bu durumu şekle kurban etmemek gerektiğinin söylendiği kararlar bulunmaktadır. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 14 Temmuz 2010 tarih, E. 2010/14-394 K. 2010/395 “…Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Taraflar arasında düzenlenmiş belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekir…”
Av. Sena Polat
Av. Muhammed Talha Arslan